Yenigün Gazetesi

“Gülce” Makale Yazısı

29 Ocak 2014

Ağalık ve Demokrasi & Atatürk

Bugün ülkemizin hemen her bölgesinde ağalık sultası hüküm sürmektedir. Ağalar, çevrelerindeki halkı, istemeseler de ikiye bölerler. Ahmet Ağa yanlısı, Mehmet Ağa yanlısı gibi. Bu iki ağa kendi yandaşlarının değil, kendi hükümranlıklarının sürmesinden yana tavır kıyarlar. Bir ağanın çıkarına, karşı ağanın yandaşlarından bir zarar gelmeye görsün. Hemen taraftarlar birbirine girer, çatışırlar gerekirse silaha sarılırlar. Komşu, akraba, kardeş, evlat, genç, yaşlı demeden birbirlerini yok etmeye çalışırlar. Sonunda olaylar öyle bir aşamaya gelir ki, bu husumet kan davasına dönüşür. Baba, evladını görevlendirir; “Evlat sıra sende, falan kişi senin ağabeyini öldürmüştü, sende onlardan falanı öldüreceksin ki, ağabeyinin kanı yerde kalmasın,” der. Evlat, babasının bu isteğini kabul etmek zorunda kalır. Kendisini bu cinayeti işlemeye hazırlar.

İşte bu tür yönlendirmeler giderek kan davasına dönüşür. Mezralarda, köylerde, kasabalarda, şehirlerde süregelen kan davalarının temelinde çıkar çatışması vardır. Kan davalarının veya ağa sultasının hüküm sürdüğü yörelerde Demokrasiden de söz edilemez. Ağa kendi yandaşlarını kıskaç altında tutar. “Ağa, oyunuzu şu partiye vereceksiniz,” dedi mi onun sözünden kimse çıkamaz. Karşı partiye oy veren yandaşını en ağır şekilde cezalandırır. Bunu tespit etmek de zor değildir ağa için. Seçmenin gizli oy verme yerine kendi adamını yerleştirir, kendi yandaşlarının oylarını, seçmen değil, ağanın adamı zarfa koyar ve zarf seçim sandığına atılır. Burada demokrasi aranır mı?

Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin sınırları içinde hangi yöntemler, yasalar kullanılacak hangi etik kuralları işleyecek bunun yöneticilerle tespit edilmesi ve en kısa sürede kan davalarının önü alınmalıdır.

1923 yılından bu yana ülkemizde ağalık sultası hala devam ediyorsa bir şekilde bunun önüne geçilmeli, toprak ağalığı da dahil ağalık hükümranlığına son verilmeli. Bu iki ana yaraya iktidarlar, muhalefet partileri parmak basmalı ve kendi oy çıkarlarını bir yana bırakıp kanayan bu yaraya son vermeliler.

Yukarıda sözünü ettiğim konularda partiler zarfa düşecek olursa, Büyük Önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ü örnek alsınlar.

O Birinci Dünya Savaşı sırasında katıldığı Çanakkale’de on metre önündeki düşman üzerine hücum emri vermiştir askerine. Hücum emri verdiği askerinin o anda şehit olacaklarını biliyordu. Ama savaş taktiği onu gerektiriyordu. Zafere ulaşmak için düşmanı oyalamak gerektiğini biliyordu. O savaş ki; Milli Sınırlar içinde halkın varıyla, yoğuyla katıldığı var olma ya da yok olma savaşıydı. İşte bu direnç, inanç ve hırsla düşman Çanakkale Boğazının dibine gömüldü. Çanakkale Savaşı kazanıldı ama yine de yenik sayıldık. Sevr Anlaşmasıyla Osmanlı Devletinin 600 küsur yıllık üç kıtaya yayılan saltanatı son buldu. Anadolu’ya küçük bir bölge Osmanlı Devletine bırakıldı. Ordusu, donanması, devlet gücü yok edildi. Osmanlı Devleti Sevr Anlaşması ile elinden alınan bu kararı imzaladı. Bu karar Türk Ulusu için ölüm fermanıydı. Bu karar gereğince düşman devletler, Osmanlı topraklarını işgal ettiler. Mustafa Kemal düşmanın savaş gemilerini boğazda saraya çevrili olduğunu gördüğü an, “Geldikleri gibi giderler” demiştir. ( Bu devletlerin adını ve işgal ettikleri yerleri yazmıyorum.) Yerli halk işgal edilen vatan topraklarını savunurken bir kısım halk da düşmanla birlik oldu. Yer yer iç çatışmalar, isyanlar başladı. Padişah da düşmandan yana tavır koyunca vatanını seven, korkusuz, ileriyi görebilen, insanına güvenen yurttaşlar bir araya geldi. Kurtuluş çareleri aradılar. Osmanlı devletinin düşmanla savaşmaya mecali olmadığı gören Mustafa Kemal yanına aldığı birkaç yiğit arkadaşıyla çürük bir gemiyle Samsun’a oradan da Anadolu’ya geçti. Düşman gemileri Mustafa Kemal’in peşine düştü, yakalamak ve Padişaha teslim etmek için. O günlerde Anadolu içleri kaynıyordu. İç isyanlar başlamış, valiler, komutanlar bir tarafta, halk vatanın kurtuluşundan yanaydı. Padişah da Mustafa Kemal’in bulunduğu yerde yakalanmasını ve idam edilmesi emrini vermişti tüm il valilerine ve komutanlarına. Mustafa Kemal hiç moralini bozmadı, ulusuna inanıyordu, kendi gücüne, iradesine güveniyordu. Karanlık günlerin arkasında aydınlığın olduğunu seziyordu…

İşte bu gün; Genç, bağımsız, laik, sosyal bir hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti Devletinin 91. Yılını yaşıyoruz. Bunun değerini bilelim.