Yenigün Gazetesi

“Gülce” Makale Yazısı

1 Mayıs 2012

65 yıl önceki yazım

65 yıl önce öğrenciyken yayımlanan yazım!

Bugün 1 Mayıs 2012. Tam tamına 65 yıl önce Arifiye Köy Enstitüsü son sınıf, yani beşinci sınıf öğrencisiyken, öğretmenlik diplomamızı almamıza tam tamına 5 ay varken okul dışında, Ankara’da Halkevince yayımlanan Ülkü Dergisi’nin 1 Mayıs 1947. sayısında yayımlanan yazımı sunuyorum.

İlginçtir. Gençler; özellikle lise son ve üniversite öğrencileri bir şeyler yazmalılar. Siyasetten uzak. Memleket sorunları ile ilgili, şiirler, kısa öyküler.

Öğrenciyken 65 yıl önceki yazımı gençler de yazsınlar diye sunuyorum.

Öğrenciyken başladım, ama bugün Başbakanlığın verdiği “Sürekli Onur Kartı, Basın Şeref Kartı” sahibiyim. Arabalarda ücretsiz geziyorum. Ölene dek gezeceğim. Hem 81 ilin her yerinde.

Hangi iş kolunda risk yoktur. Yaşandığı da vardır. Ama çok onur verici yönleri de vardır.

Gençlere yazar olarak ikinci mesleği önermekteyim. Emekli eğitimciyim. Ama yazı yaşamımda hiç ara vermedim.

İlk yazım 1946 Temmuz Köycüler Dergisi’dir. Ardı geliverdi. Kendiliğinden…

Bir köy çocuğu halk evinde

Bir gün kasabamıza gitmiştim. Bir müddet dolaştıktan sonra “Şu halkevimizi bir gezeyim” dedim. On dakika kadar yürüdükten sonra dört yol ağzında bulunan üç katlı bir binaya yaklaştım: halkevi, içeri girdim; karşıma yaşlı bir adam çıktı. “Müsaade ederseniz kitaplığınızı gezmek istiyorum” dedim. Uzun boylu, güler yüzlü adam: “Siz bu milletin evladı değil misiniz? Kitaplığınızı gezeceğim ne demek? Kitaplığımızı gezeceğim desen daha iyi olmaz mıydı? Çünkü burası benim seninden ziyade, bizim sizin denecek bir halkevidir. Adı üstünde halkın evidir” dedi.

Ben sevinçle tarif ettiği yolu takip ederek, merdivenlerden yukarı çıktım. Uzun bir salon üzerinde bir çok odalar var. “Kitaplık, diye yazılı odaya girdim. “Burada kimin adı yok, kimin eserleri yok, kimlerin emeği yok, diye düşündüm. Masaya oturup kataloğa bakıyordum; daha başka yerlere de bakmak istiyordum. Fakat içeride kimse olmadığı için bir yeri karıştıramıyordum. Karşımda numarası ile duran eserlere bakıyor ve “Bunları nasıl almalı da okumalı?” diyordum.

Tam bu sırada kapı açıldı ve içeriye orta boylu, narin yapılı bir bayan girdi. Bu bayan acemi olduğumu anlamış olacak ki, “Hoş geldiniz, deyip bana yer gösterdi. Kitapları dışarıya verip-vermediklerini öğrendim. Sonra da kitaplıkta hangi dergilerin bulunduğunu; kitap sayısının ne kadar olduğunu; kitaplığın hangi saatlerde ve hangi günlerde açık veya kapalı bulunduğunu sordum ve cevapları aldım. Bu temiz ve rahat yerde bir müddet oturdum. Ülkü Dergisi’nin koleksiyonunu ve başka dergileri karıştırdım. Hoşuma giden parçaları okudum. Tren zamanı yaklaşınca kitaplıktan ve halkevinden ayrıldım.

İstasyona doğru giderken kafamdan şunları geçiriyordum. Bu koskoca binaya girmeye çoktan beri cesaret edemiyordum. Belki benim gibi başka çekinenler, yasak sananlar da çoktur. İçerinin de kalabalık olmayışı ihtimal bundandır. Halbu ki yasak değil. Rahatça oturulacak, okunacak, faydalanacak bir yer. Öyle ise ne yapmalı? Bu yapıların köylü kentli herkese açık olduğunu anlatmalı.

İşte bu düşünce ile elime kalemi aldım, bu yazımı yazdım. Abdullah ÇELİK