Yenigün Gazetesi

“Gülce” Makale Yazısı

26 Şubat 2011

70 yıl öncesi Hendek İlçesi-9

Cemiyette Halk bir mamulün iptidai maddesi gibidir. Toprakta cevher ne ise, cemiyette halk odur. Halksız cemiyet olamayacağı gibi, ekseriyetsiz bir kalkınma da mevzu bahis olamazdı.

Fakat ne yazık ki, biz bunu pek geç anlayabilmiştik. Saray dışında ve Babıali’nin hudutları haricinde kalan halk, o asil ekseriyet dikkatsiz, ihtimamsız işlenmemiş bir cevher hamlığı ile kendi haline bırakıldı. Koşmalarına güldü, türküleriyle alay ettik. Ondan gelen mısra bazen bizi kuvvetli imajları ile ruhumuzdan itibaren kavrayıp içine aldığı halde, basitlik ifade ederiz korkusu halinde bu hayranlığı içimizde boğmaya çalıştık ve bu zevksizliğimizden adeta utandık.

Halkın bizi anlayamaması kadar, bizde halkı anlayamıyorduk. O koca alem kendi derinliği ve ululuğu içinde zevkini, heyecanlarını, keder ve ızdıraplarını hep kendi temiz dili ile kendi kendine anlattı durdu.

İçinde tek bir yama bulunmayan güzel Türkçe’nin iştihamını, Yunus Emre’nin, Karacaoğlan’ın, Köroğlu’nun ve Dede Korkut’un eserlerinden parçalar okunurken, Halkevi sahnesinde bir daha görmek zevkine vardık.

Yunus Emre:

“Yalancı Dünyaya konup göçenler

Ne söylerler ne bir haber verirler

Üzerinde türlü otlar bitenler

Ne söylerler ne bir haber verirler”

derken daldığı tasavvuf aleminin sağır derinliklerinden haykırdığı şu mısralarla hayatı ve ötesini ne büyük bir malelle anlatıyor. Onu dinlerken, kendimizi adeta o maveranın içinde hissediyoruz.

Karacaoğlan şu mısraları ile bize halk edebiyatından ne lirik numuneler veriyor;

“Çağır Karacaoğlan çağır

Taş düştüğü yerde ağır

İnsan sevdiğinden soğur

Sarılmayı sarılmayı“

Dede Korkut’tan, o büyük nesir üstadından size numuneler vermeye maalesef sahifelerimizin hacmi müsait değildir.

Yalnız kılınç kullanmakla üstat bir kahraman olduğu kadar, cenk türküleri söylemekte de mahir bir sanaatkar olduğunu gördüğümüz yiğit Köroğlu’ndan çok kuvvetli bulduğumuz şu mısraları almakla iktifa edeceğiz.

Yiğitler silkinip ata binerse

Derelerde bozkurtlara ön olur

Yiğit olan döne döne dövüşür

Kötüler kavgadan kaçar Hun olur

***

Bağırmalı melemeli dev gibi

Düşman kanı devrilmeli dağ gibi

Dest vurun alın almış bey gibi

Kaçanı göndermen basın kılıcı

Koç yiğitler bu yıl burada kışlasın

Yılan dilli eğri hançer işlesin

Öldürün atların hep yaya kalsın

Yaya kalana da çalın kılıcı

***

Koç Köroğlu girdi meydan almaya

Nara vurup düşmanına dalmaya

Yemin ettim yedi derya dolmaya

Doldurun denize basın kılıcı

Bu sahneler geçerken, halkın gösterdiği alaka ve heyecan dikkate şayan bir mahiyet almıştır ve perdeler, solunu inleten alkış tufanı karşısında bir daha bir daha açılmıştır. Görülüyor ki halk edebiyatımız çok zengindir ve iptidai olmaktan uzaktır. Halkın fikir ve edebi seviyesini, onun öz Türkçemizden örülmüş kendi temiz edebiyatı ile yükseltmeye çalışacağız. Halk bize doğru gelemedi, fakat biz halka doğru gideceğiz.

İbrahim Aktan

KÖROĞLU

Türk halk edebiyatının kahramanlık, mertlik, ve cesaret sembolü olan bu levend şairi Hendek Halkevi’nin Düzceye yaptığı bir seyehat esnasında sahnede gördüm.

O belinde dalkılıcı, pala bıyıklarını bükerek geniş omuzlarını üstünde yükselen mağrur başıyla seyircilerini selamladığı zaman salon şiddetli bir alkış kasırgası ile dakikalarca sarsılmıştı.

Batı vücut hareketleri evzama bir başka azamat katıyor, ağzından çıkan sıcak sözlere refaket eden mimikler korkusuz bir ruhun ölümlü şakalaşmaktan nasıl zevklendiğini gözlerimizde canlandırıyordu.

Sesi birden yükseldi. Ormanların diliyle konuşuyormuş gibi, salonu baştan başa titreten genç ve gür bir ahenkle;

Köroğlu düşer mi yine şanından,

Ayırır çocuğu er meydanından

Kır at köpüğünden düşman kanından

Çevrem dolup şalvar ıslanmalıdır.

Mısralarını okudu.

Bolu Beyi’ne meydan okuyan Eşkıya şairin mertliği eldeki vasıtaların kudreti ile değil, bileğin mahareti ve yüreğin cesareti ile ifade edişi ne kadar yerinde idi.

Sonra birden bire cenk tasvirine girdi. Kaşları çatıldı, Harp sahnesinin korkunç uğultularını aksettiren vahşi ve merhametsiz bir sesle Beşer tarihinin en eşsiz muharibleri (Serden geçtilerin) savaşlarını canlandırmaya başladı.

Kuvvetli parmaklarıyla kabzasını kavradığı eğri kılıcı kınından sıyıran Köroğlu artık kendinden geçmiş; bütün varlığını okuduğu şiirin ruhuna kaptırmış hudutsuz bir heyecan içinde önümüzde dövüşüyor, ve kuvvetli cümlelerinde kafası kopan, vücudu bölünen karnı deşilen insanların kanlı simaları canlanıyordu.

Manzaranın bütün dehşetine rağmen o gülüyor. İnsan gücünün ölü merhalesini aşan bir cesaret numunesini bize göstererek, zevkle neşeyle vuruşuyordu. Perde indiği zaman onu bırakmadılar. Tekrar tekrar sahneye çağırıldı, dalkılıç yine sıyrıldı, havada korkunç daireler resmetti ve bütün seyirciler coşkun bir sıcaklıkla hareketlenen kanlarında Köroğlu’nun korku bilmezliğini mertlik ve kabadayılığını hissederek bunu şerefli bir maziden fevarüs etmiş olmanın gururunu idrak ile övündü ve Çamlıbel’in silahşor şairini dakikalarca alkışladılar.

Devamı yarın