Yenigün Gazetesi
“Özgürce” Makale Yazısı
22 Temmuz 2017
Atatürk’ün Vasiyetnamesi
Hazineye yapılan devirlere ilişkin mektup mecliste okununca büyük tezahürat yapılır Atatürk’e şükran telgrafları gönderilir. O’nun yanıtı çok sadedir. Yapılan vazifedir. K. Atatürk
İşte o gün Türkiye Büyük Millet Meclisinin 12 Haziran 1937 günkü birleşiminde, önce Başbakanlığın yazısı okunur. Ardından Atatürk’ün mektubu ile ekli liste meclisin bilgisine sunulur. Başbakan İsmet İnönü kürsüye çıkarak aşağıda özetlenen söylevi verir. “Hazineye geçmekte olan bu çiftliklerin değeri milyonları anlatan bir servet halindedir. Bu çiftlikleri Atatürk, yıllardan beri kişisel birikimi, özellikle kişisel emeğiyle kurmuştur. Atatürk her türlü kişisel yararların kendi kişiliğine yönelecek her türlü yararların daima üstünde kalmış ve daima üstünde kalacak olan ulusal varlıktır. Bu çiftlikleri Atatürk. CHP’nin malı olarak saklıyordu. Şimdi hazineye terk etmesi, çiftliklerin köylüler için bir okul, özendirici bir araç halinde kullanılmasının, devlet elinde uygulama açısından daha kolay olacağı umudundadır”. İnönü’nün sürekli alkışlarla kesilen demecinden sonra söz alan konuşmacılar duydukları şükran hislerini dile getiren konuşmalar yaptılar. 13 Haziran’da Cemal Tunca ve arkadaşlarının Kamutay adına duydukları minnet hislerini ifade eden telgrafa Atatürk iki kelimelik su cevabi verdi: “Yapılan bir vazifedir, K. Atatürk”
Ben Türk milletine canımı vereceğim
Başbakan İsmet İnönü’nün telgrafına karşılık olarak da su mesajı verir. “Hatırlarsınız, Türk köylüsünün Türk’ün efendisi olduğunu söylediğim zamanı. Ben o efendinin arzu ve iradesi altında senelerden beri çalışmış bir hadimim. Şimdi beni çok heyecana getiren hadise, Türk köylüsüne naçizane olsa da ufak bir vazife yapmış olduğumdur. Mevzuu bahsolunan hediye yüksek Türk milletine benim asıl vermeyi düşündüğüm hediye karşısında hiçbir kıymeti haiz değildir. Ben icap ettiği zaman en büyük hediyem olmak üzere Türk milletine, canımı vereceğim. K. Atatürk”
Devir işlemi
Atatürk 11 Mars 1938’de Orman Çiftliği’ndeki Marmara Köşkü’ne gelir. Yanında Salih Bozok ile Başyaver Celal Üner vardır. Burada Genel Sekreteri Hasan Rıza Soyak’ı, İçişleri Bakanı Kaya’yı, Tarım Bakanı Faik Kurdoğlu’nu, Ankara Valisi Nevzat Tandoğan’ı kabul eder. Bir süre sonra Ankara Defterdarı ile Ankara Tapu Müdürü gelirler ve Atatürk tüm çiftliklerini hazineye devir işlemlerini imza eder. Aynı gün Ulus Basımevi ile bir arsayı da CHP’ye bağışlar. Bütün bunlardan sonra da kız kardeşi Makbule Hanım 1956 yılında Gülhane Askeri Hastanesi’nde vefat ederken hiç de rahat ve refah bir yaşam sürmemiştir. Çünkü böyle olanağa sahip olmamıştır. Ağabeyi Atatürk’ün askerlikten emekli maaşının tamamı bile, yukardaki vasiyette anlatıldığı gibi dağıtılmış, kız kardeşe hiçbir ayrıcalık tanınmamıştır.
Canımı vereceğim
Atatürk, çiftliklerinin bağışı üzerine ifade ettiği gibi, sırası geldiğinde en kıymetli şeyini, Ulusu için canını vereceğini söylemiş, gerçekten de kısa bir süre sonra bu sözünde de durmuştur. Bakın bu olay nasıl gelişmiştir.
Atatürk’ün Anavatan’a katmak için uzun süredir üzerinde çalıştığı Hatay meselesinin en kritik dönemi, O’nun hastalığının en kritik dönemine rastlamıştı. Yataktan kalkması yasaktı. Sandalyeye bile oturmamalı, şezlonga uzanmalıydı. O yüzden hastalığının bir adı da “Şezlong hastalığı” idi.
Fransa 1936 yılında Suriye’deki manda yönetimine son vereceğini ilan edince, Hatay’dan da çekileceği anlaşılmıştı. Hatay Meselesi Lozan da çözülemeyince Atatürk Hatay’ın Fransa Yönetimi’ne geçmesine (son derecede zekice bir yaklaşımla) rıza göstermiş, ilerde Fransa Yönetimi sona erdiğinde, bu bölgenin ki o zamanki ismi İskenderun Sancağı idi kendi kaderini kendisinin çözmesini kabul etmişti. Geçen süre içinde de Türklerin bölgeden göç etmemesi için her tedbiri alıyor, bölge ile olan yakın ilgisini kesmiyordu. Zira bölgede yaşayan Türk unsuru ile Arap unsuru vatandaşların sayısına göre, bir gün bu bölge ya Türkiye’ye katılacaktı, ya da Suriye’nin olacaktı. O nedenle bölgede yaşayan Türklerin nüfus hayati derecede önemli idi.
Benim dedem, Ali Ağa, o dönemde 36 yıl aralıksız Belen’in Belediye başkanlığını yapmıştı. O dönem İskenderun Belen’e bağlı bir limandı. Zamanı gelince bölgede bir plebisite başvurulabileceği bilindiği için Türkleri bir arada tutabilmek adına ne çabalar harcandığını aile çevremden çok iyi biliyorum.
İşte o beklenen an gelmiş ve Fransa bölgeden ayrılacağını ilan etmişti. Suriye yoğun bir diplomatik atağa kalkmış ve bu bölgenin Suriye’ye verilmesi için büyük çaba harcıyordu. Oysa Hatay 1921 yılında imzalanan Ankara Antlaşması’ndan beri Atatürk’ün adeta kişisel meselesi olmuştu. Hatay ismini bile Atatürk koymuştu. Bir Adana ziyaretinde, karşılayıcılar arasında bulunan ve “bizi de kurtar” diye bağıran Halaylılara ünlü vecizesi ile yanıt vermişti: “Kırk Asırlık Türk yurdu, düşman elinde esir kalamaz”. Atatürk, kırk asır, yani 4000 yıl derken abartıyor muydu? Hayır. Bu bölgenin ilk sakinleri, Orta Asya’dan gelen Hetiya Türkleri idi ve bu bölgeye daha sonra Hatay ismini Atatürk İşte bu sebepten vermişti. Suriyeliler Atatürk’e felç geldiğini Avrupa’ya yaymaya çalışıyorlar. Ağır hastalığı yüzünden Hatay konusunda büyük sorun çıkartmayacakları intibaını uyandırmaya çalışıyorlardı. İşte bu yüzden Atatürk, doktorların bütün itirazlarına rağmen, hayatına da mal olsa Hatay sınırı olan Adana’ya gitmeye karar verdi. Bu karardan hiç kimsenin, hükümetin bile haberi yoktu. 19 Mayıs, ilk kez 1937 yılında bayram olarak kullanılmaya başlanmıştı. 19 Mayıs 1938 de hipodroma geldi ve törenleri izledi. Saat 17.00’de ”Tren hazırlansın, Mersin’e gidiyoruz!..” emrini verdi. 20 Mayıs’ta Mersin’de idi. Halkın coşkun tezahüratı arasında İstasyon Caddesi boyunca yürüdü, resmi geçidi ayakta izledi. 24 Mayıs’a kadar Mersin’de kalıp, çevreyi dolaştı. Halkla temasa geçti, Viranşehir’e kadar gitti. Amacı kendini sağlıklı göstermekti. Adana’ya geçti. Buraca muazzam bir askeri geçit töreni tertip ettirdi. Mehmetçiği ayakta selamlıyordu… Ama takati kalmamış, dayanamayacak hale gelince. Mehmetçiğe “Marş marş!… komutu verdi ve asker tören alanını koşar adımla terk etti. İşte o anda koltuğa yığılıp kaldı. Derhal trene yetiştirdiler ve ertesi gün Ankara Garı’ndaydı. Trenden indiği noktadan oturma salonuna kadar yürüyebilecek takati kalmamıştı. Karşılayanlar arasında bulunan Şükrü Saraçoğlu, yanındaki Falih Rıfkı Atay’a dönmüş, Falih, Atatürk’ün yüzünün rengine bak Atatürk ölüyor, demişti. Ertesi gün. Mareşal Fevzi Çakmak ile birlikte Ankara’dan ayrıldı (26 Mayıs 1938). Bu O’nun Ankara’yı son görüşü idi. Ve 27 Mayıs’ta İstanbul’a geldi. 1 Haziran’da da Savaron’a yatına çıktı. 23 Temmuz’a kadar Savarona’da kaldı ve her gün Hatay üzerine yoğun çalışmalarına devam etti. Dolmabahçe’den bağlanan bir telefon hattı ile Ankara’ya ve Paris’e talimatlar yağdırıyordu Sık sık kabine toplantısı yapıyordu. Bir gün arkadaşlarına “Savaron bana hastane size de karantina oldu” demişti. Bu aşırı çalışman nedeniyle ıstırabı o kadar artmıştı ki ortalığı serinlemek için güverteye sağa sola su leğenleri konmuştu, içlerinde buz kalıpları bir gün iç işleri bakanı Şükrü Kaya’ya bu leğenleri göstermiş. “Bu buz kalıplan bu leğenlerin içinde nasıl yüzüyorsa, benimde bağırsaklarım kanunun içinde işte öyle yüzüyorlarmış. Benden artık ülkeme hayır gelmez” demişti. Oysa o haliyle gösterdiği enerjik çaba sonu, O daha sonra Savarona’da iken Hatay’ın bağımsızlığına kavuşacağı belli olmuştu. Artık Savarona’dan Dolmabahçe’ye nakli gerekiyordu. Bir sedye hazırlandı. Sedyeye binmeyi reddetti. Acar motorundaki geniş hasır koltuk getirildi. Kimseye görünmemek için gece yarısı beklenildi. Koltuğa oturdu. Koltuğun bir kolundan Kılıç Ali, diğerinden Muhafız Komutanı İsmail Hakkı Tekçe kaldırdılar. Faik adlı bir sivil polis de yardım ediyor, Prof. Neşet Ömer İrdelp sürekli nabzını kontrol ediyordu. Acar motoruyla Dolmabahçe’ye gelindi. Işıklar söndürülüp, nöbetçiler birer bahane ile uzaklaştırılmıştı, Rıhtıma böyle çıktılar ve gene kucakta Dolmabahçe’nin asansörüne kadar taşındı. O anda bile, hastalığının Avrupa’ya duyurulmaması için, Hatay davasına bir zarar gelmemesi için çaba gösteriyordu. Bu vaziyette Dolmabahçe’deki 71 no’lu odaya çıktı. Vasiyetini o odada yazdı. İki ay kadar sonra da gözlerini o odada yumdu.
O’nun en büyük vasiyeti, hiç kuşkusuz Türk gençliğine emanet ve vasiyet ettiği Cumhuriyet’tir ve Cumhuriyetimizi korumak kadar Atatürk’ün onurunu da korumak hepimizin görevidir.
Editörün Notu:
5 Eylül 1938’de Mustafa Kemal Atatürk’ün el yazısıyla kaleme aldığı vasiyetnamesi.