Yenigün Gazetesi

“Özgürce” Makale Yazısı

25 Şubat 2011

70 yıl öncesinin Hendek İlçesi-8

Ulu Dere’den sesler

Yeşil Hendek’ten

Çam dağının billur kayalıklarında fışkıran gümüş ve edalı bir su var; onun akışlarında öyle ahenk, öyle aydın renk var ki, bu eşsiz diyara koşmak, ona ulaşmak sizin için adeta bir iç özlemi olur.

Yemyeşil kıyılar, renk renk çiçekler, bunlar arasında nazlı nazlı süzülerek akan sedef sular.

O kah yuvasından parlak oklar; kah kristal kaynaklardan ipek teller halinde zincirlenerek akımına üstün bir istikamet verir; daylan daylan akar.

Ne kızıl bir sel, ne de felaketler doğuran uğursuz bir yeldir.

O, sade çevresine faydalar yaratan, cana can katan bir çağlayandır.

Kenarlarında sıralanan söğütler, boy boy uzanan çınarlar onu, her çağ minnet ve şükranla uğurlarlar.

Bağrında, sürü sürü ördekler yüzerken, mevcelerinde elmaslar pırıldar.

Bir yanda, değirmen taşını çevirirken, diğer tarafta da bahçıvanın yüzüne ümit ve saadet saçar. Ona çiftçi hasretle koşarken, melek çocuk da, onu el çırparak selamlar.

O, taze gönüllerin neşegahı, hassas ruhların şiir ve ilham kaynağıdır.

En ateşli, en ahenkli teraneleri şirin beldenin, “Ulu Deresi’nde” gezerken, bulur ve duyarsınız!..

Bunlar, onun beddi ve ezeli armağanlarıdır.

B.Özbey

İlkokulda, “Şehit Mahmut Bey, özü üzerinde Halkevi’nin açtığı yazı müsabakasında kazanan bu iki yazı küçüklerimizin temiz duygularını ne güzel ifade ediyor.

Böyle ölüm istiyorum

 

Kurtuluş savaşı uzayıp giderken, iç yurtta da isyanlar vardı.

Bu isyana karşı bizi korumak için aziz kahramanımız Mahmud bey çekinmeden can ve kanını bizim yolumuza feda etmiştir. Bu büyük asker Mahmud Bey bizi kurtarmak için göğsünü çelik bir kale yaparak çarpışmıştır. Bu yüce kahraman bize seve seve canını armağan etmiştir. Bizim de ona karşı candan bir sevgimiz ve saygımız vardır.

Benim bu sevgim, saygım her an gözümün önünde hayallenir bu hayaller, her sabah okula giderken başımı sağ tarafa çevirdiğim zaman belediye ile hakevi arasındaki yüce kahramanımızın abidesini görünce canlanır, gönlüm coşar, oradan ayrılmasını canım istemez. Hele Cumhuriyet Bayramı’nda onu ziyarete gittiğim zaman içimden bir ses: (Git de bu abideyi bağrına bas , toprağını da öpücükle diyordu) ve o anda ben de bu yüce kahraman gibi yurduma büyük yararlılıklar göstererek ve kanımı canımı seve seve vermeye ant içiyorum.

76 Gönül Bulut

Onun gibi olmak istiyorum

Bizi yaşatmak için canını düşünmeden ve çekinmeden veren Mahmud Bey Anıt’ı önüne geldiğim zaman kalbimin burkulduğunu gözlerimin parladığını hissediyorum. Çünkü, o bana yurt için seve seve ölmeyi hatırlatan bu yüce kahraman, Hendek ile Düzce arasında iç düşmanlarla çarpışırken ölmüş ve abidesi Halkevi ile Belediye dairesi arasında kurulmuştur. Benim ve bütün Türk milleti için kıymetli olan bu aziz şehide gönlümde sevgi sarayları kurdum.

Güzel Hendeğimizi kurtarmak için iç düşmanlarla çarpışırken canını veren bu

kahraman bana, yurdunu seven her insanın yurdu için, çarpışmanın en kutsal örnek olduğunu anlatır. Anıdın önünde yurdu sevmek aşkının alevlendiği, damarlarımdaki kanın çevikleştiğini duyuyorum.

Bu değerli büyük askeri ne kadar sevsem azdır zannediyorum. Sanki içimden bir ses git de onun mezarına kapan da ağla ağla diyor.

383 Güner Ülter

Hendek Halkevi’nin tertip ettiği Halk edebiyatı geceleri münasebetiyle

YUNUS EMRE, KARACAOÐLAN, KÖROÐLU VE DEDE KORKUT SAHNEDE

Hendek Halkevi, bu büyük sanatkarların seçme eserinden mürekkep bir programı geçenlerde sahneye koymuştur.

Ömrü boyunca, bu hayat akışının meçhullere giden sonu ile uğraşan Koca Yunus Emre’yi kendi dilinden dinledik. Şen şu Karacaoğlan’ı o zarif dekoru ile karşımızda bulduk. Dede Korkut meşhur deli Dumrulu ile bizi uzun uzun düşündürdü. Palasını sıyırarak sahnede görünen Yiğit Köroğlu mertlik ve kahramanlığın koca bir timsali halinde bizi cenkten cenge koşturdu ve bütün bir salon şahlanmış bir heyecan dalgası halinde adeta kendinden geçti.

Devrimizin yakın tarihine kadar, üzerinde hiç durulmamış olan bu ünlü sanatkarların, kendi dekor ve makyajları ile, hayat ve eserlerinin takdimine ayrılan geceyi heyecanla takip ederken , Cumhuriyet Devri’ne kadar isimleri antolojilerimize bile girmeyen bu kıymetlerin asırlarca ihmal edilmiş

olmalarına bir kere daha teessüf etmekten kendimizi alamadık.

Fakat ne yazık ki, ihmal edilen sadece bu eşsiz halk sanatkarları değil, halkın kendisi idi.

Türkiye’de Türkçe olmayan bir dille, ekseriyetsiz mahdut bir zümrenin his ve heyecanları terennüm ediliyordu. İçinde Farsça ve Arapça kelime bulunmayan terkipsiz bir cümle aruz vezninde yazılmamış bir şiir mana ve ifadesinde bir şeyler bulunsa da, bir kalem denemesi tarzındaki yazıların uğradığı istihfaf dan kurtulamıyordu.

Halktan şair mi olurdu? Halk ki cemiyet içindeki vazifesi bayağı bir tuluat figüranlığından ibaretti. O sadece bir kalabalıktı. Halk ta güzel sanatlara alaka, bedii his ve heyecan namına bir şey aramak şaşkınlık olurdu.

Merdut saltanatın devamı boyunca o adeta bir uşak, hissiz bir mahluk gibi telakki edildi. Bizden olmayan Enderun Edebiyatı fikir ve dimağlarımızı vahşi bir çöl bedevisinin keskin tırnakları ile asırlarca tırmalar dururken, kendi alemi ile baş başa bırakılan halk bu bizim mümtaz sınıf(!) edebiyatına asırlarca hayret ve taaccüple bakmaktan kendini alamadı. Bu asil milletin temiz Türkçesi, kumaşı kendinden olmayan yamalarla taşınamaz ve anlaşılamaz bir kılığa sokulmuş, bir kelime ile, soysuzlaştırılmıştı.

Devamı yarın